Başarı ve başarısızlık kavramları hayatımızda büyük bir öneme sahiptir. Hayatımız boyunca başarı olarak nitelendirdiğimiz şeylerin peşinden koşar, başarısızlıktan köşe bucak kaçarız. Bu sıfatları zaman zaman kendimize zaman zaman çevremizdekilere yakıştırırız. “O çok başarılı.”, “Harika bir kariyeri var, üstelik son model bir arabası, bahçesi olan bir de evi var.” veya “O kadar başarılı ki şu anda yurt dışında büyük bir firmada genel müdürlük yapıyor.” gibi sözleri sık sık işitmiş, yeri geldiğinde kullanmışızdır.
Peki, ama başarı nedir? Genel tanımıyla hayatta ulaşmaya çalıştığımız hedeflere ulaşmak, olmak istediğimiz yerde olmaktır. Ancak bu genel tanımın haricinde her birimizin yetiştirilme şartlarına, kişiliğine, çevresine göre başarı tanımı da değişir. Kısacası başarı algımızı toplumsal yaşamda var olan sosyal yazılımlar belirler, yani toplum için, ebeveynlerimiz için başarı olarak adlandırılan şeyler bizim başarı tanımımızı oluşturur. Çok para kazandıran bir işe sahip olmak, ev almak, kamu memuru olmak, tıp fakültesini kazanmak, saygınlığa sahip olmak, evlenmek… Bunlar genellikle toplumumuzda insanların bizi başarılı olarak tanımlamasını sağlayacak niteliklerden bazılarıdır. Peki, bunlara ulaşamadığımız takdirde başarısız mı oluyoruz yoksa toplumsal düzenin başarı tanımının dışına mı çıkmış oluyoruz? Görme engelli ressam John Bramblitt’i düşünelim. “Görme engelli ressam mı?” dediğinizi duyar gibiyim. John Bramblitt’in 11 yaşındayken sara adıyla bilinen epilepsiye bağlı bir komplikasyon sonucu görme yetisi zayıflamaya başladı ve 30 yaşına geldiğinde görme yetisini tamamen yitirdi. John da hepimizin hissedeceği duyguları hissetti; umutsuzluk, korku, çaresizlik, mutsuzluk… O halde onu içine düştüğü o karanlık çukurdan çıkaran neydi? “Renkler…” Hemen hepimizin çevresinde olduğu gibi John’un da çevresinde yapamayacağını, boşuna uğraşmaması gerektiğini, başarısız olacağını söyleyen insanlar vardı ama o içindeki renkleri takip etmeyi seçti. Üstelik sadece görme engelli bir ressam değil “başarılı” da bir ressam oldu. Gelin şimdi John’un görme yetisini kaybetmesini ve renklerle tanışmasını kendi ağzından dinleyelim: “Hayatıma dair beslediğim tüm umutlar, tüm planlar yok oldu. Sadece bunalımda değildim, adeta mateme bürünmüştüm. Tüm hayatıma dair her şey, hayatımın her bir parçası ölmüştü ve artık yoktu. Kendimi sıfıra dönmüş gibi hissettim ve kendime güvenim uçup gitmişti. Ancak şu an, yaşadığım tüm zorluklara minnettarım diyebilirim. Hayatta karşılaşılan sıkıntılara, sorunlara bir engel gibi değil bir deneyim gibi bakmanın ne kadar önemli ve güzel olduğunun farkına vardım.” John toplumun başarı tanımı çizgisini takip etseydi belki de hiçbir zaman resim çizmeyecek, depresif ruh hâlinden hiçbir zaman çıkamayacaktı. Çünkü gözleri görmeyen bir insan nasıl olur da hayallerini bir tuval ile renklendirebilirdi? Ancak o sınırlarını genişletmeyi, ona biçilen kaderin dışına çıkmayı seçti.
“Eğer yürüdüğünüz yolda güçlük ve engel yoksa bilin ki o yol sizi bir yere ulaştırmaz.” diyor Bernard Shaw. Bazen tüm yaşamımızı gerçekleştirmesi imkânsız hedeflerin uğruna tüketiriz, bazen de gerçekleştirmesi mümkün olan hedeflerden ilk başarısızlığımızda vazgeçeriz. Ancak hayat bize başarısızlık olmadan başarının olmayacağını, yürümeye başlamadan önce birçok kez düşmemiz gerektiğini daha bebekken gösterir. Peki, öyleyse bizi başarıya bu kadar koşullayan başarısızlıktan bu kadar ürküten sizce nedir?
Psk. Dan. Ayşe Demircioğlu (Tuyun Akademi kariyer psikolojik danışmanı)